Usta bir oyuncu, başarılı bir yönetmen, sinemaya ve ülkesine katkısı yadsınamaz bir siyasetçi; Berhan Şimşek…
Sanat hayatının yanı sıra siyaset alanında da başarılarıyla adından söz ettiren Berhan Şimşek ile oldukça keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik… Sinemaya ve hayata dair değerlendirmelerde bulunan Berhan Şimşek, sanatı ve sanatçıların önemini “Reformu siyaset yapacak; Rönesans’ı ise sanatçılar gerçekleştirecektir.” sözleriyle ifade etti.
– Bugüne kadar gerçekleştirdiğiniz projelerle ailemizden biri oldunuz. Bu noktada sizi daha yakından tanımak isteyenler için neler söylemek istersiniz?
Eski oyuncuyum, eski yönetmenim, eski milletvekiliyim… Her şeyin eskisiyim…
30 yıla yakın sinema hayatım vardı. Siyasete, 1978 yılında giriş yaptım. Çeşitli görevlerden sonra milletvekilliği sürecim başladı. Milletvekilliği döneminde Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Üyesi, Türkiye-Macaristan Parlamentolar arası Dostluk Grubu Başkanlığı görevlerinde bulundum.
Eğitim hayatıma gelince; İşletme Fakültesi mezunuyum. Hayatım boyunca Hukuk okumayı çok istemiştim. Bundan dolayı işletme okuduktan sonra, kamu hukukunda yüksek lisans yaptım. Benim hedefim bunları öğrenmekti. 40’lı yaşlarımda üniversiteyi, 54 yaşında ise dönem birincisi ve onur belgesiyle yüksek lisansı bitirdim. Öğrenmenin yaşı ve sınırı yoktur.
– Oyuncu olmanızın yanı sıra çok iyi bir de yönetmensiniz. Peki bu dönem Berhan Şimşek takipçilerini ne gibi sürprizler bekliyor?
Oyunculuk yaptığım dönem kendimi hep şöyle tarif ederdim; ben iyi bir yönetmen oyuncusuyum; bir işi yaparken ya tam yapmalıyım ya da hiç yapmamalıyım…
Sinema çok disiplinli bir iştir, bir film için 3-4 ay hazırlanırdım. Şu sıralar ise bir planım bulunmuyor. Bu bir şeyleri reddetmişten değil de sevgilim olan sinemayı düşünecek noktada olmadığımı hissetmemden kaynaklı. Ancak sinemaya dair bir şeyler yapmak istersem, kendi filmimi çekmek isterim; hatta bu filmin konusu kendi hayatım olabilir…
– Sanat yaşamından siyasete uzanan oldukça ilginç bir öykünüz var. Sanat yaşamınızın oldukça aktif olduğu bir dönemde niçin siyasete adım attınız?
Sinema ve siyaset… İkisi de insanlar içindir. Ve birlikte olabilecek şeylerdir.
Ben, 1987 yılından 2001 yılına kadar sinemada en çok film çeken oyuncuydum. O dönem kariyerimin zirvesindeydim. Ama bu demek değil ki sadece sinemayla ilgileniyordum… Sinema yaparken siyasetle de çok alakalıydım. Türkiye’nin hal ve gidişatıyla ilgili sorunlarla da çok ilgiliydim. Öyle ki bir dönem siyasi parti üyeliği ve yönetmenliği birlikte yürütüyordum.
– Milletvekilliği döneminizde sinema ile ilgili bir kanun tasarısı teklifi hazırladığınız duyumlarımız arasında. Bu kanun tasarısının kapsamı hakkında bilgi alabilir miyiz?
Evet; Milletvekilliği dönemimde sinemayla ilgili kanun tasarısı teklifinde bulundum; 5224 sayılı yasa. Bu yasanın karşılığı; sinemayı değerlendirme, sınıflandırma ve destekleme yasası… Sinemanın içinde bulunan; sivil toplum örgütleri, yapımcılar derneği, yönetmenler ve senaristler derneği işbirliğiyle bu yasayı çıkardık.
Yasanın içeriği; çekilecek filmin senaryosu gönderiliyor, heyet-i temsiliye dediğimiz sinema kurulu tarafından değerlendiriliyor, uygun görülürse 400-500 bine yakın destek veriliyor. Bu para ise şuradan geliyor; satılan sinema biletlerinin %10’unu sinemacı, 15 gün içerisinde vergi dairesine yatırmak durumunda. Bu %10’luk vergi Türkiye genelinde toplanıyor. Ve sinema telif hakları genel müdürlüğü bütçesine gidiyor. Havuzda toplanan bu paralar çekilecek sinemalar için destek olarak kullanılıyor. Bugün sinemada bu kadar film yapılıyorsa çıkardığımız 5224 sayılı “Değerlendirme, Sınıflandırma ve Destekleme” yasasından kaynaklanıyor…
– Türk sineması son yıllarda epey bir yol kat etti. Siz bu gelişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sektörde bu anlamda ne gibi eksiklikler var?
Türkiye’de çok iyi filmler yapılıyor. Bunun yanı sıra piyasa filmleri de yapılıyor. Yani sadece yapılmak için yapılıyor… Bunun örneklerine son dönem komedi filmlerinde oldukça çok rastlıyoruz. Piyasa ağzıyla komedi filmi yapılıyor. Bu komedi değil, sığ bir anlayış. Ama buna insanlar gülüyor mu gülüyor! Toplumun bu kadar baskı altında olup gülme ihtiyacı hissetmesi kadar insani bir şey yok. Taraftarlar bir futbol maçına gidip hiçbir şey düşünmeden nasıl deşarj oluyorsa insanlar da o filmlere gidip deşarj oluyor. Oysaki önceki dönem komedi duayenleri Şener Şen ve Kemal Sunal’ın filmleri böyle miydi?
– Peki dünya sineması ile Türk sinemasını karşılaştırırsanız ortaya nasıl bir sonuç çıkar?
Yurtdışında sinema bir devlet politikasıdır. Sinemanın kültürel etkileme gücü sonuna kadar kullanılır. Ve devlet sanata kesinlikle müdahale etmez. Bu anlamda Türk ve dünya sineması arasında uçurum kadar fark var. Örneğin Rahmetli Feridun Çölgeçen Amerika’da bir filmde oynamıştı. Söz konusu filmde çok küçük bir rolü vardı. Fakat filmin her gösteriminde elde edilen kârdan Feridun Çölgeçen’in de hesabına para yatırılıyordu. Ve bu durum sanatçı vefat edene kadar devam etti.
Bizde bu işler biraz daha esnek… Oyuncular başrol haricinde çok küçük rakamlara çalışıyorlar. Sinema çok büyük bir emeğin karşılığında ortaya çıkan bir sanattır. Ve bu sanatın yaratıcısı oyuncular yani insanlardır. Bu bağlamda devletimizin sanatı ve sanatçıyı daha çok desteklemesi gerektiğini düşünüyorum.
“Oyuncular örseleniyor!”
Yapımcılar, özellikle de dizi çekenler 20-25 saat insan yüzüyle ve düşüncesiyle bir şey üretiyor. Bu durum sonucunda setlerde oyuncular örseleniyor. Bu insanların çoğu part-time çalışıyor ve belli bir saate kadar çalışmadıkları için de sosyal güvenlikleri yok… Bu insanların sosyal güvenlikleri olmalı, telif hakları işlemeli.
Bir de maalesef ki dünyanın her yerinde korsan olayı var… Bu konuda kesinlikle önlem alınmalı, sanat yaratıcısının hakkı gözetilmelidir. Bir toplum sanatçının hakkını ödeyemiyorsa o toplumun gelecekte kendini ifade edebilmesi mümkün değildir. Çünkü reformu siyaset yapacak; Rönesans’ı ise sanatçılar gerçekleştirecektir.
“Bu renklere ait olmamız lazım!”
Siyaset de sinema da kendi ülkesinin yerel renklerini taşımalı ama buraya da hapis kalmamalı. Yaşadığımız bu topraklar çok önemli bir renk cümbüşünden geliyor. Bu renklere ait olmamız lazım. Çünkü içerisinde hepimiz varız. Sünni, Hanefi Alevi, Şafii… Bütün insanların vatanını ve renklerini yaşamalarını, sevgiyle paylaşmalarını temenni ediyorum.
Black or White ailesine de bu güzel söyleşi için teşekkür ediyor ve yayın hayatında başarılar diliyorum.